“Sonra anladım ki, Sonya, herkesin akıllı olmasını beklemeye kalkarsam bu çok uzun sürecek… Sonra gene anladım ki, asla gerçekleşemeyecek bir şeydir bu, insanlar asla değişemeyeceklerdir, kimse de değiştiremeyecektir onları, bunun için çaba harcamaya değmez… Evet, böyle işte! Bir doğa yasasıdır bu… Yasa, Sonya, doğa yasası! Öyle işte!.. Şimdi şunu biliyorum Sonya, akılca da ruhça da kim sağlamsa, güçlüyse insanlara o hükmedecektir. Kim daha yürekliyse o haklıdır… Kim daha çok şeyi umursamıyorsa yasa koyucu o oluyor, gözü en pek olan herkesten haklı çıkıyor… Şimdiye dek böyle gelmiş, böyle gidecek! Ne var ki körler göremezler bunu!”
“Bu akşam anladım ki, bir insan diğer bir insana bazen hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş. Gene bu akşam anladım ki, onu kaybettikten sonra, ben dünyada ancak kof bir ceviz tanesi gibi yuvarlanıp sürüklenebilirim.”
“Mevsimlerden yazdı ve tercüme-i halime ne söylesem azdı. Biliyordum, gidecekti. Kim bilir, belki de bir bekleyeni vardı? Lakin gözlerinden anlıyordum, o da benim gibi yalnızdı. Dışarıdan bakınca halleri pervasız, ruhu uçarıydı. Sevdiyse de çok, korkarım bana inanmazdı. İşte bu konuda çok haksızdı. Varsın olsun; başka kim gözlerinde umudu ve acıyı aynı anda böyle güzel taşırdı? Tanrı’nın kaderime yazdığı işte bu kızdı.”
“Karıkoca arasında geçenleri, nasıl seviştiklerini kimse bilmemeli, hiç kimse. Kavgalarını öz analarından bile saklamalı, birbirlerinden şikâyet ederek kimseden hakemliğini istememelidirler. Her müşkülü kendi aralarında halletmeleri lazımdır. Aşk kutsal bir sırdır, sevişenler arasında ne geçerse, yabancı gözlerden saklanmalıdır. Bu onun kutsallığını bir kat daha artırır. Böyle çiftler birbirlerini daha çok sayarlar ki, saygı pek çok şeyin temelidir. Ortada aşk olduktan, sevişerek evlendikten sonra bu sevgi niçin sönsün?”
“Yine böyle bir günde, biraz daha önce, biraz daha sonra, bir şeylerin yolunda gitmediğini, açık konuşacak olursak, yaşamayı bilmediğini, hiç bilmeyeceğini şaşırmadan keşfediyorsun.____________________İnsanlardan nefret ettiğin anlamına gelmez bu, ne diye nefret edesin ki? Ne diye kendinden nefret edesin ki? Keşke insan türüne ait olmak, o dayanılmaz ve sağır edici gürültüyü de beraberinde getirmeseydi…”
“(..)Sonra Nazlı’yı kaybettim. Şimdi bazen düşünürüm: Ne olurdu, aramızda her şeyi konuşmuş olsaydık. Nazlı bana evden ayrıldıktan sonra nasıl yaşadığını anlatsaydı, neden birdenbire kaybolmak istediğini açıklasaydı. O kadar sevdiğim karımın hayatına ait bir kısmı, hiç bir zaman bilemedim. Sanki iki yıl, Nazlı hiç yaşamadı bana göre. Biliyorum, denebilir ki, üzücü olaylarla karşılaşacaktı; insan, belki de hiç istemediği sözleri duyacaktı. Olsun; hiç bilmemekten, bir insan hayatının o kadar yılını hiçe saymaktan daha iyidir herhalde. Onun iki yılını yok saymakla, onun bu yıllarda neler hissettiğini bilmek istememekle, çok sevdiğim bu insana da bir bakıma hürmetsizlik etmiş oldum.(..)”