“Dinle Mordaç, biraz da ben konuşayım şimdi."Mordaç acı acı baktı. "Ne konuşacaksın Miç? Ben sana yalan bir şey söylemedim.""Sana yalan söyledin demiyorum. Benim bir uşak olmadığımı sen de benim kadar bilirsin. Selmanoviç bana hiçbir zaman emir vermez. Yapılacak bir iş oldu mu her zaman rica eder. Benim haberim olmadan da bu çiftlikten kuş bile uçuramaz.""Bunların hiçbiri insanı uşaklıktan kurtaramaz.""Kaymakam olsaydım ne olacaktı? O zaman da valinin uşağı olacaktım. Üstelik maaşım yetmeyince de halkı soymaya kalkacaktım. Ne olacaktı sonra? Bir gün çarşı ortasında bundan önceki Kaymakam Kaleperoviç gibi bir Hırvat'ın kurşunuyla can verecektim.""Ya da Belgrad Meydanı'na heykelin dikilecekti!""Gelip geçerken herkes tükürsün diye mi?""Hayır, ayaklarını öpsün diye!""İstemem, halkın sevgisine hiçbir zaman güven olmaz. Bugün ayağını öper, yarın da aynı ayağına ip bağlayıp seni ağaca asar. Eğer öyle olmasaydı politikacılara dünyada iş kalmazdı. Dünyanın en nankör sevgisi kadınınkinden sonra halkınkidir.""Her zaman değil Miç!""Her zaman. Halk bir tırtıl gibidir. Yumuşaktır ama insanı kemirir.”

Faik Baysal

Faik Baysal - “Dinle Mordaç, biraz da ben konuşayım...” 1

Similar quotes

“-Peki bundan sonra ne olacak? Nereye gidiyoruz? Cennet diye bir yer yok mu?-Hayır Jonathan öyle bir yer yok. O ne bir yer, ne de bir zaman. Cennet, kendinde kusursuzluğu bulmaktır.”

Richard Bach
Read more

“Ölümden korkuyordum. Ölümden o kadar korkuyordum ki belki de ölüyorsunuzdur diye, size bakamıyordum bile. Benim için ölmemenin, eğer bulabilirsem, bir... bir yolu olduğundan başka hiçbir şey düşünemiyordum. Fakat, sanki büyük bir yara varmış da kanıyormuş gibi, -sizinki gibi- hayat sürekli akıp gidiyordu. Fakat her şeyde bu vardı. Ve ben hiçbir şey, hiçbir şey yapmadım; sadece ölmenin korkusundan saklanmaya çalıştım.”

Ursula K. Le Guin
Read more

“Demek ki, ben-ben-ben'in günü gününe sürekliliği dışında başka bir süreklilik olmadan yaşıyordum. Günü gününe kadınlar, günü gününe erdem ya da erdemsizlik, günü gününe, köpekler gibi, ama her gün sağlamca yerinde duran kendim. Böylece yaşamın yüzeyinde ilerliyordum, sözcükler içinde, hiçbir zaman gerçek içinde değil. Tam okunmamış o kitaplar, tam sevilmemiş o dostlar, tam gezilmemiş o kentler, tam sarılmamış o kadınlar! Sıkıntıdan ya da dalgınlıkla birtakım el kol hareketleri yapıyordum. Varlıklar birbirini izliyor, birbirine takılmak istiyorlardı, ama ortada hiçbir şey yoktu, bu da berbat bir şeydi. Onlar için. Bense unutuyordum. Kendimden başka bir şeyi hiçbir zaman anımsamamışımdır ben.”

Albert Camus
Read more

“o sırada benim için öylesine bambaşka, yeni bir insandı ki, üstelik de yıllar yılı hiçbirine duyduğum kadar hayranlık duyduğum öyle bir ailenin adını taşıyordu ki, o an işte benim kurtarıcım, dedim içimden. şehir parkının sırası üzerinde otururken birden tekrar bütün bunların apaçık bilincine vardım ve şu dokunaklı halimden, eskiden hiçbir zaman içime girmelerine izin vermediğim ama şimdi zorla, sıkış tıkış içime soktuğum büyük laflardan da utanmadım, şu anda bana müthiş iyi geliyorlardı, onların üzerimdeki etkisini hafifletmeye kalkışmadım. serinleten bir yağmur gibi bütün sözcüklerin üzerimden kayıp gitmelerine izin verdim. ayrıca bugün düşünüyorum da, hayatımızda gerçekten önemi olmuş kişilerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez, kaldı ki çoğu kez bu bir tek el bile bu insanları onun üzerinde sayabileceğimize inanma sapkınlığımıza karşı koyar, çünkü açık konuşmak gerekirse büyük olasılıkla tek parmak bile yetecektir bu iş için. ama çok iyi bildiğimiz gibi, bu tür hastalıklı saçmalar olmadan da dayanma noktası zaten epeyce zorlanmış beyinlerimizin, yaş ilerledikçe daha da güçleşen olmadık cambazlıklarıyla, kendimize katlanılabilir bir durum yaratıyoruz ve zaman zaman her şeyden tamamıyla vazgeçmemek için üç ya da dört kişide karar kılıyoruz. bu üç dört kişi bize uzun vadede bir şeyler, bir şeyler değil çok şeyler vermişlerdir, hatta dünyamızın kritik noktalarında bizim için hayatın anlamı, hatta hayatın ta kendisi olmuşlardır, ama unutmayalım ki bu bir avuç içi ölüler olur çoğunlukla, yani uzak ya da yakın tarihte ölmüş kişiler, çünkü acı tecrübe bize öğretmiştir ki, değerlendirmemize bugün hala yaşayanları, varlığımızı yanlarında sürdürdüğümüz kişileri sokarsak, tümden, en acı ve gülünç biçimde yanılırız.”

Thomas Bernhard
Read more

“Sonra, Motel Rom’un derinliklerinde yankılanan kaygılı bir sesle, herkes gibi benim de serap gördüğümü söyledi. Ona göre, ruhumda uğuldayıp duran boşluğu doldurabilmek, giderek dipsiz bir boğuntu kuyusuna dönüşen, şu lanet olası hayatın ağırlığına katlanabilmek, ya da içimde açılan çeşitli yaraları onarabilmek için, belki de farkına bile varmadan ben yaratmışım bu serabı… Hatta, işi gücü bırakıp günden güne onu büyütmüş, parıltılarını bakışlarımla beslemiş ,her yanını iyice allayıp pullamış, sonra hızımı alamayıp Alaaddin diye adlandırmış ve işte bütün bunların sonucunda da, uğruna deli divane olunacak, göz kamaştırıcı bir hale getirmişim. Bu, insanoğlunun baştan beri kurtulamadığı ve sonsuza dek de asla kurtulamayacağı, tuhaf bir yazgıymış zaten, önce ne yapıp edip binbir güçlükle, kıvrana kıvrana yaratır, sonra yaratma sevinci gibi gözüken hazin bir teslimiyetle yarattığının kulu kölesi olur, ardından da ille onu ellerimin arasında tutacağım, ya da içinden bir daha, bir daha doğacağım diye, kendini hırpalıya hırpalıya helak olur gidermiş…İşte ben de öyleymişim şimdi;elime umut denen o en eski ve en dayanıklı bastonu almış, çile odalarından fırlayan dervişler gibi soluk soluğa gözlerimdeki serabın parıltılarına doğru koşuyormuşum. Boşuna koşuyormuşum tabi… Anlaşılan, insanoğlunun, kendi yarattığı şeyi bile elinde tutamayacak kadar zayıf ve çaresiz bir yaratık olduğunu bilmiyormuşum daha. Hatta ben, kendi dışımda kalan birçok şeyi bilmediğim gibi, ne yazık ki insanın aradığını hiçbir zaman, hiçbir yerde bulamayacağını da bilmiyormuşum. Bulamazmış oysa… Ona benzer birtakım şeylerle karşılaşabilirmiş belki, çoğu kez bunlardan bazılarını aradığı şeyin ta kendisi sanabilir, hatta onlara bir an için sımsıkı, hiç kopmamacasına sarılabilir ve işte böylece, insanın algılama zayıflığından doğan tatlı bir yalanın içinde bir süre de olsa oyuncağına kavuşmuş bir çocuk gibi avunabilmiş ama, nedense aranan asıl şey hep insanın içinde kalırmış… Hem de, kimi zaman kılık değiştirip kendini başka bir şeymiş gibi kabul ettirerek, kimi zaman da bir el hareketinin nedensizliğine, bir bakışın bulanıklığına, bir iç çekişin derinliğine ya da bir soluk alıp verişin alışılmışlığına gizlenip kalırmış… Bu yüzden, olsa olsa bu arayışın sonunda ben, eğer tat alma kapılarımın hepsi ardına kadar açıksa, ancak arayış boyunca çekeceğim zevkli bir ıstırabın damaklarımda kalan tadını bulabilirmişim. Ama olsunmuş; gene de bir an bile yılmadan, aramayı hep sürdürmeliymişim. Herkesin nicedir aramayı unuttuğu bir şeyi, farkına bile varmadan herkes adına arıyor olabilirmişim çünkü… Bakılmasınmış benim böyle Alaaddin, Alaaddin deyip durduğuma; bu Alaaddin, pekala hiç tadılmamış bir özlemin, kelimelere hiç dökülmemiş bir duygunun, henüz şekline göz değmemiş bir eşyanın, ya da hayali bile kurulmamış bambaşka bir hayatın adı olabilir,”

Hasan Ali Toptaş
Read more