“...Bu müzikal kapışmanın tek seyircisi olarak, kürsüde donup kalmıştım. Sevdiğim kadını bulmalıydım. Gerçi burada gebersem bile onun umursayacağı yok ya, benim haşat kalbim korkuyla değil aşkla çarpıyordu. Ve bu kurşun yağmurunun altındaki kan ırmağında, kupkuru bir adam, tabancasını alnıma doğrultmuş, cesetlerden oluşan bir köprüden bana doğru koşuyordu!..”
“yok aşk değil, uyuşmak, anlaşmak, bütün o boktan şeyler değil. yok yok aşk değil, aşk hiç değil. onun bir sözcüğüyle yaşamımda yer alan her şeyi çöpe atmak isterdim. gelgelelim aşk değil bu, aşk hiç değil. bir şey arayan bir kadının aradığı şeyle karşılaştığında kendine iskambillerden kurduğu bir hayatın yıkılması gibi bir şey bu. Doppler etkisi.. ona yaklaşarak yok oldum.”
“İnsanlar korku içinde ve korku için yaşıyorlardı. Bu korkuyla çıkışı olmayan bir dolambaç oluşturuyorlardı, konuşmalarına ve yemeklerine korku eşlik ediyordu. En önemsiz olayları bile uygunsuz bir önlemle donatıyorlardı; geceleri, daha iyi günleri ya da geçmişi düşlemek için değil de, karanlık ve yoğun bir korku bataklığına atılmak için yatağa giriyorlardı; gün doğarken onları yataklarından gözlerinin altında mor halkalarla ve daha da ürkmüş olarak kaldıran ölü saatler korkusu.”
“Artık Maria Puder, yaşamak için kendisine kayıtsız ve şartsız muhaç olduğum bir insandı. Bu his ilk anlarda bana da garip geliyordu. Bu yaşıma kadar mevcudiyetinden bile haberim olmayan bir insanın vücudu birdenbire benim için nasıl bir ihtiyaç olabilirdi? Fakat bu hep böyle değil midir? Birçok şeylere ihtiyacımızı ancak onları görüp tanıdıktan sonra keşfetmez miyiz? Ben de, o zamana kadarki hayatımın boşluğunu, gayesizliğini sırf böyle bir insandan mahrum oluşumda bulmaya başlamıştım.”
“Yarının hiçlik olması tehdidiyle mutlu olamam ve olmayacağım. Derin bir hakaret bu... Bu yüzden, beni acı çekmem ve yok olmam için, fikrimi sormadan ve küstahça var eden bu doğayı; su götürmez davacı, savcı ve davalı rolümle, kendimle birlikte mahkum ediyorum... Doğayı yok edemediğim için de, sadece kendimi yok ediyorum, hiçbir suçlunun bulunmadığı bir tiranlığa katlanmaktan bezmiş olarak...”
“(..)Sonra Nazlı’yı kaybettim. Şimdi bazen düşünürüm: Ne olurdu, aramızda her şeyi konuşmuş olsaydık. Nazlı bana evden ayrıldıktan sonra nasıl yaşadığını anlatsaydı, neden birdenbire kaybolmak istediğini açıklasaydı. O kadar sevdiğim karımın hayatına ait bir kısmı, hiç bir zaman bilemedim. Sanki iki yıl, Nazlı hiç yaşamadı bana göre. Biliyorum, denebilir ki, üzücü olaylarla karşılaşacaktı; insan, belki de hiç istemediği sözleri duyacaktı. Olsun; hiç bilmemekten, bir insan hayatının o kadar yılını hiçe saymaktan daha iyidir herhalde. Onun iki yılını yok saymakla, onun bu yıllarda neler hissettiğini bilmek istememekle, çok sevdiğim bu insana da bir bakıma hürmetsizlik etmiş oldum.(..)”