“Dünya, benim gibi insanlarla dolu mahallelerden meydana gelseydi, bir beton çölüne dönerdi. İnsanlığın ve insansızlığın yüz karasıydım. Kendime acımak istedim. Mutlak bir ümitsizliğe düşmek istedim. Belki tam düştükten sonra çıkmak kolay olurdu. Fakat, bütün bu düşündüklerimin, kelimelerden ibaret olduğunu biliyordum. Pencereye yaklaştım, başımı yukarı kaldırarak gökyüzüne baktım. Ay oradaydı. Bildiğim ay. Hayır, ben adam olmazdım. Gerçek bir acı duyduğumdan bile kuşkum vardı.”
“Ölümden korkuyordum. Ölümden o kadar korkuyordum ki belki de ölüyorsunuzdur diye, size bakamıyordum bile. Benim için ölmemenin, eğer bulabilirsem, bir... bir yolu olduğundan başka hiçbir şey düşünemiyordum. Fakat, sanki büyük bir yara varmış da kanıyormuş gibi, -sizinki gibi- hayat sürekli akıp gidiyordu. Fakat her şeyde bu vardı. Ve ben hiçbir şey, hiçbir şey yapmadım; sadece ölmenin korkusundan saklanmaya çalıştım.”
“-Kur'an'da bir cümle olduğunu biliyor musun? diyorum: "Herkesin kaderini boynuna astık" diye. - Hayır, diyor, ben kaderci değilim, kaderle alışverişim yok. Ben, dünyanın kaderiyim belki. Hiç değilse onunla ilgiliyim. Kur'an'da değil, fakat galiba Tevrat'ta şöyle bir cümle olacak:...ve seni Babil'den öte götüreceğim" İşte benim için bütün mesela bu! Babil'den öte gitmek.”
“Sparhawk: Niye bizim gibi tam takım değil de basit bir örme zırh giyiyorsunuz? bizimkisi daha avantajlı olmaz mı? Ulath: Nehir geçmek zorundaysan olmaz ve geldiğim Thalesia'da bir sürü nehir vardır. Örme zırhı nehrin dibindeyken bile çıkarabilirsin ama diğeriyle kurtulamazsın. Sparhawk: Bu anlamlı. Ulath: Evet biz de öyle düşündük. Tam takım zırh giymemiz gerektiğini düşünen bir eğitmenimiz vardı. Kardeşlerimizden birisini örme gömlekle nehirden aşağı attık. Gömleğini çözüp yukarı çıkması bir dakikadan az sürdü. Eğitmen tam takım zırh giyiyordu, onu attığımızda yukarı çıkamadı. Belki aşağıda daha ilginç bir şey buldu. Sparhawk: Kendi eğitmeninizi mi boğdunuz yani!!? Ulath: Hayır, onu zırhı boğdu. Sonra Sir Komier'i seçtik. Salakça öneriler yapmayacak kadar anlayışlı.”
“Fakat arada bu uçurum daima kalacaktı. Ara sıra onun üstünden ellerimiz birbirine uzanacak, sonra ben küskün, o ümitli kendi dünyalarımıza dönecektik. Biliyordum, bu düşünceler sade bu akşamın düşünceleriydi. Yarın sabah ben kibrit kutularımı bir sepete tıkıp enstitüye gittiğim zaman başka bir adam olacaktım.”
“Fakat bir Üsküdarlı fakirin bir piyango bileti edinmesinin ne kadar mühim bir mesele olduğunu bilmeyen bir adam da pek İstanbullu sayılmaz. Hatta pek Türkiyeli bile sayılmaz. Hatta bazan insan çok kötü düşünmesini bilen bir adamsa dünyalı bile sayılmaz ve Merih yıldızı ahalisi gibi aramızdan sıyrılıp geçenlere, kolumuzu dürtenlere, güzel kızlarla geçenlere şaşar. Ne ise mesele burada değil. Fukaralık ayıp değil...Fukaralık ayıp değil dediğimiz zaman, hamal olalım, ıskatçı olalım; fukaralık ayıp değil dediğimiz zaman bunun ancak bir teselliden ibaret olduğunu ve fukaralığın bal gibi hem ayıp, hem günah, hem enayilik olduğunu biliriz.”