“Yatağına uzandı, ülkesini ve çocukları düşündü. Bu ülkede çocuklara yer yok. Başka ülkelerde varmış, her tarafı yeşil ülkelerde. Biz, büyük bir sabırsızlıkla çocukların büyümelerini bekliyoruz. Onların kafalarına vuruyoruz, adam olmaları için. Seniyezitseni olarak görüyoruz onları. Kafalarını tıraş ediyoruz çabuk büyüsünler diye. "Benim içimdeki çocuk büyümedi. ( Yirmiüçnisanda onu da bir saatlik başbakan yapsalardı belki büyürdü. Hayır, büyümezdi!) Yıllardır taşıyorum içimdeki çocuğu; yaşamadığı için büyümedi hiç, amcası. Öğretmenim! Efendim? Ben evlendim.”

Oğuz Atay

Explore This Quote Further

Quote by Oğuz Atay: “Yatağına uzandı, ülkesini ve çocukları düşündü. … - Image 1

Similar quotes

“(...) çok güzel kızlar varmış ve Kant'ı da su gibi okuyorlarmış diye söylentiler çıkarıyorlar, doğru mu acaba? Onları ne yazık ki karşıdan karşıya geçerken ve vapurda bacak bacak üstüne atarken ve piyasa caddelerinde gözlerini ilerde bir noktaya dikmiş yürürken göremiyoruz, nerede saklanıyorlar dersin, bak ben ortadayım, onlarda kim bilir ne isterler? Kant'ın kendisini isterler, hem de güzel bir Kant isterler, kirli çamaşırlarını bile kimselere koklatmazlarmış öyle mi? Beni şimdiye kadar otuz yedinci sayfaya kadar okudular, sıkılıp ellerinden bıraktılar, o sayfam açık öylece kaldım, o sayfada sarardım, bizim bir arkadaş vardı, kadınlara kendini acındıracaksın diye öğüt veriyordu bana, çok üzülüyorum – ne yapacağımı bilmiyorum – yalnız kaldığım için intihar etmeyi düşünüyorum diye dert yandı mı bütün kadınlar ağına düşüyormuş, sonra bir yanlışlık oldu: Bu arkadaş -başımız sağ olsun- intihar etti, benim de korktuğum anlar oluyor, insan bu güven olmaz, pencere bu kadar yakınken ve iki adım daha atınca denize düşmek ihtimali varken, korkmayın canım şey, sizi elde etmek için yalan söyledim, ben ölür müyüm? ha- ha, vicdan azabı rolünde yaşamak niyetindeyim, kendimden bahsettiğime bakmayın, asıl mesele sizsiniz, ben yaşlanıyorum, siz hep genç kalıyorsunuz, yıllardır vapura binerim, yıllardır geniş caddelerde karşıdan karşıya geçerim, yıllardır yollarda yürürüm, gördüğüm kadarıyla siz hep gençsiniz, hep güzelsiniz, yirmi yaşında kalıyorsunuz her zaman, bir bayrak yarışında olduğu gibi gençliği birbirinize devrederek ilerliyorsunuz, ben benzetme için özür dilerim, sizi yerinizden oynatacak kadar heyecanlı bir benzetme yapmayı ne kadar isterdim, bizi iyi yetiştirmediler, hep ukalalık öğrettiler, öğretenleri bir elime geçirebilsem, sizin yanınızdaki delikanlılar da yaşlanmıyor, ne garip ne karışık bir düzen bu, bazen yanınızda yaşlıları da görüyorum, sakın paraya kıymet vermeyin olur mu? Sizi onlarla gördükçe daha çok üzülüyorum, beni kırmayın olmaz mı? (...)”


“Sevgili Bilge, bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de.İnsanları, eski karıma yapmış olduğum gibi, büyük bir boşluk içindebırakmasaydım. Kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içinedüşmeseydim. Bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım. Ne olurdu, bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki, durum çok ciddi Bilge, aklını başına topla.Ben iyi değilim Bilge, seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi de geri dönmek istiyorum, ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. Kendime, söyleyecek söz bırakmadım. Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. Aslında bakılırsa, bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile, ne sen ne aşk ne de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. Sen, aşk ve her şeyin olduğu günlerde böyle kararlar alınamazdı. Yaşamış birinin ölü yargılarıydı bukararlar. Şimdi her satırı, “bu satırı da neden yazdım?” diyerek öfkeyle bir öncekine ekliyorum. Aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görüşle ayakta tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. Çünkü başka türlü bir davranışım, benimle küçük de olsa bir ilişki kurmuş, benimle az da olsa ilgilenmiş insanlarca yadırganacaktır. Oysa, sevgili Bilge, aziz varlığımı artık ara sıra kaybettiğim oluyor. Fakat yaralı aklım, henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik. Biliyorum ki, bu akıl beni bütünüyle terk edinceye kadar gidip gelen aziz varlık masalına kimse inanmayacaktır.Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil, ölümleriyle ortaya koymakdurumundadır. Bu bir çeşit alın yazısıdır. Bu alın yazısı da başkalarıtarafından okunamazsa hem ölünür ve hem de dünya bu ölümün anlamını bilmez; bu da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır. Bir alın yazısı da ölümün anlamını bilerek, ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir ki, bazı müelliflere göre bu durum daha acıklıdır. Ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum.Bu nedenle, sevgili Bilge, mutlak bir yalnızlığa mahkum edildim. (İnsanların kendilerini korumak için sonsuz düzenleri var. Durup dururken insanlara saldırdım ve onların korunma içgüdülerini geliştirdim.) Hiç kimseyi görmüyorum. Albay da artık benden çekiniyor. Ona bağırıyorum. (Bütün bunları yazarken hissediyorum ki, bu satırları okuyunca bana biraz acıyacaksın. Fakat bunlar yazı, sevgili Bilge; kötülüğüm, kelimelerin arasında kayboluyor.)Geçen sabah erkenden albayıma gittim. Bugün sabahtan akşama kadarradyo dinleyeceğiz, dedim. Bir süre sonra sıkıldı. (İnsandır elbettesıkılacak. Benim gibi bir canavar değil ki.) Bunun üzerine onu zayıfbulduğumu, benimle birlikte bulunmaya hakkı olmadığını yüzüne bağırdım. (Ben yalnız kalmalıyım. Başka çarem yok.)...”


“Her hareketin bir anlamı var. İnsan, benim gibi hareketten vazgeçerse, bu anlamlarıdaha iyi hissediyor. Sigarayı yaktı; yanmış kibriti kutunun içine koydu. Her hareketiniönceden hesaplarsan hata yapmazsın; aynı zamanda, düşüncelerini hareketlerindenayırırsın. Ne yaptığını hatırlarsın; düşünceden harekete geçmek kolay olur böylece. Düşünmeğe başladığım sırada en son olarak sigara tablasını yere, kilimin üzerine koymuştum, dersin. Düşünceler seni bırakınca delirtici bir şaşkınlığa, gerçeğe alışmanınzorluğuna düşmezsin. Kaç sigara içtiğini, her birini nasıl söndürdüğünü, kibritleri nereye koyduğunu hatırlarsın. yoksa, birdenbire sigara tablasınıniçinde dört izmarit ve iki kibrit bulursan büyük bir korkuya kapılırsın: sigaramı nasıl yakmışım? Olağanüstü bir şey mi oldu bu arada? Aklımı mı kaybediyorum? Birden her şeyi unutacak mıyım? Oysa, içinden bir ses, kibrit kutusuna koydun,kibrit kutusuna koydun diye seni yatıştırırsa büyük bir ferahlık duyarsın; herkese ve her şeye meydan okumak için büyük bir cesaretle dolduğunu hissedersin. Benimle kimse başa çıkamaz hesabını veremeyeceğim tek dakikam yok diye gururlanırsın. Gerçekle rüyayı birbirinden ayırırsın. Bu iki kibriti ben rüyamda yakmadım. İşte kutuyu açıyorum: içinde iki tane yanmış kibrit. Kendi kendine gülümsersin: beni daha ele geçiremediniz. Korkuların bir an sürer geçer. Sayı ile hareketi renk ile düşünceyi sadece rüyanda karıştırdığın için endişe duymazsın. Hikmetler de birbirine karışmaz. Fakat bütün bu rüyaları neden gördüğünü biliyor musun? Her şeyi biliyorum. Eyvah! Mutfağın elektriğini söndürmeyi unutmuşum. Dur, telaşlanma; gider söndürürsün.”


“ÜÇÜNCÜ ŞARKISiz de benim gibi,GünleriSevgiyle isteyerekDeğil de, takvimden yaprak koparır gibi gerçekBir sıkıntı ve nefretle yaşadınızsa, Ankara güneşi sizin deUyuşturmuşsa beyninizi, Ata’nın izindeGitmekten başka bir kavramı olmayanCumhuriyet çocuğu olarak yayan,Pis pis gezdinizse (o sıralarda adı Opera Meydanı olan)Hergele Meydanı’nda, bu sarı ve tozlu alanİğrendirmediyse sizi,Bir taşra çocuğu sıfatıyla özlemeyi bilmiyorsanız denizi,Kaybettiniz (benim gibi).Oysa,Aynı Hergele Meydanı’nda,Gölgede on beş, güneşte yedi buçuğa tıraş edenBerberleri görmedenYalnız renkli yanını yaşadınızsa hayatınVer hergele ve beygir olduğunu duymadınızsa atın,Sakalı uzamış seyyar satıcılara kese kâğıdı satmadınızsa,İçinde süt ve salebin olmadığı “dondurmakaymak”tan tatmadınızsa(Aynı Hergele Meydanı’nda)Kazandınız. (Kimse yoktu -çirkinlikten başka-Selim’in yanında)En bayağı ve en müstehcen(Fakat fiyatı ehven)Romanları kiralamak için gecesi beş kuruşa,Samanpazarı’na çıkan yokuşaDeğil de sağa sapın. Etiler’in at oynatmış olduğuAnkara’da”


“Dünya, benim gibi insanlarla dolu mahallelerden meydana gelseydi, bir beton çölüne dönerdi. İnsanlığın ve insansızlığın yüz karasıydım. Kendime acımak istedim. Mutlak bir ümitsizliğe düşmek istedim. Belki tam düştükten sonra çıkmak kolay olurdu. Fakat, bütün bu düşündüklerimin, kelimelerden ibaret olduğunu biliyordum. Pencereye yaklaştım, başımı yukarı kaldırarak gökyüzüne baktım. Ay oradaydı. Bildiğim ay. Hayır, ben adam olmazdım. Gerçek bir acı duyduğumdan bile kuşkum vardı.”


“Beceriksiz ve korkak bir hayvandır. İnsan boyunda olanları bile vardır. İlk bakışta, dış görünüşüyle, insana benzer.Yalnız, pençeleri ve özellikle tırnakları çok zayıftır. Dik arazide, yokuş yukarı hiç tutunamaz. Yokuş aşağı, kayarak iner. (Bu arada sık sık düşer).Tüyleri yok denecek kadar azdır. Gözleri çok büyük olmakla birlikte, görme duygusu zayıftır. Bu nedenle tehlikeyi uzaktan göremez.Erkekleri, yalnız bırakıldıkları zaman acıklı sesler çıkarırlar.Dişilerinide aynı sesle çağırırlar. Genellikle başka hayvanların yuvalarında (onlardayanabildikleri sürece) barınırlar. ya da terkedilmiş yuvalarda yaşarlar.Belirli bir aile düzenleri yoktur. Doğumdan sonra ana, baba ve yavrular ayrı yerlere giderler. Toplu olarak yaşamayı da bilmezler ve dış tehlikelere karşı birleştikleri görülmemiştir. Belirli bir beslenme düzenleri de yoktur. Başka hayvanlarla birlikte yaşarken onların getirdikleri yiyeceklerle geçinirler.Kendi başlarına kaldıkları zaman genellikle yemek yemeyi unuturlar. Bütün huyları taklit esasına dayandığı için, başka hayvanların yemek yediğinigörmezlerse, acıktıklarını anlamazlar. (Bu sırada çok zayıf düştükleri içinavlanmaları tavsiye edilmez).İçgüdüleri tam gelişmemiştir. Kendilerini korumayı bilmezler. Fakat -gene taklitçilikleri nedeniyle- başka hayvanların dövüşmesine özenerek kavgayagirdikleri olur. Şimdiye kadar hiçbir tutunamayanın bir kavgada başka birhayvanı yendiği görülmemiştir. Bununla birlikte, hafızaları da zayıf olduğuiçin, sık sık kavga ettikleri, bazı tabiat bilginlerince gözlemlenmiştir.(Aynı bilginler, kavgacı tutunamaynların sayısının gittikçe azaldığını söylemektedirler).Din kitapları, bu hayvanları yemeyi yasaklamışsa da gizli olarakavlanmakta ve etleri kaçak olarak satılmaktadır. Tutunamayanları avlamak çok kolaydır. Anlayışlı bakışlarla süzerseniz hemen yaklaşırlar size. Ondan sonra tutup öldürmek işten bile değildir. İnsanlara zararlı bazı mikroplar taşıdıkları tespit edildiğinden, belediye sağlık müdürlüğü de tutunamayan kesimini yasak etmiştir. Yemekten sonra insanlarda görülen durgunluk, hafif sıkıntı, sebebi bilinmeyen vicdan azabı ve hiç yoktan kendini suçlama gibi duygulara sebep oldukları, hekimlerce ileri sürülmektedir. Fakat aynı hekimler, tutunamayanların bu mikropları, kasaplık hayvanlara da bulaştırdıklarını ve bu sıkıntılardan kurtulmanın ancak et yemektenvazgeçmekle sağlanabileceğini söylemektedirler.Hayvan terbiyecileri de tutunamayanlarla uzun süre uğraşmış ve bunları sirklerde çalıştırmak istemişlerdir. Fakat bu hayvanların, beceriksizlikleri nedeniyle hiçbir hüner öğrenemediklerini görünce vazgeçmişlerdir. Ayrıca birkaç sirkte halkın karşısına çıkarılan tutunamayanlar, onları güldürmek yerine mahzun etmişlerdir. (Halk gişelere saldırarak parasını geri istemiştir).Filden sonra, din duygusu en kuvvetli hayvan olarak bilinir. Öldüktensonra cennete gideceği bazı yazarlarca ileri sürülmektedir. Fakat toplu, ya datek gittikleri her yerde hadise çıkardıkları için, bunun pek mümkün olmayacağı sanılmaktadır.Başları daima öne eğik gezdikleri için, çeşitli engellere takılırlar ve her tarafları yara bere içinde kalır. Onları bu durumda gören bazı yufka yürekli insanlar, tutunamayanları ev hayvanı olarak beslemeyi denemişlerdir.Fakat insanlar arasında barınmaları -ev düzenine uyamamaları nedeniyle- çokzor olmaktadır. Beklenmedik zamanlarda sahiplerine saldırmakta ve evdenkovulunca da bir türlü gitmeyi bilmemektedirler. Evin kapısında günlerce,acıklı sesleriyle bağırarak ev sahibini canından bezdirmektedirler.(Birkeresinde, ev sahibi dayanamayıp kaçmışsa da,tutunamayan, sahibini kovalayarak, gittiği yerdedeonarahat vermemiştir”