“Regina’yı bir yana bırakıp yıllar sonra birdenbire yeniden Gregor Samsa’yı düşünmeye başladığın o güz gününü hatılıyor musun? Güneşli ama serin bir gündü ve sis henüz dağılmamıştı. Yoksulluğun tepelerinden koşarak gelen çocuklar tarlalara dağılırken, sen onların rüzgarla aşıp geçtikleri çitin önünde duruyordun. Özenli, iyi giysiler vardı üzerinde. Tertemiz, boyalı ayakkabılarından birini tele dayayıp gözlüklerinin arkasından ufku görmeye çalıştın. Sakin bir gündü. “Sis ne zaman kalkacak acaba?” diye düşündün. Çit seni rahatsız ediyordu ve özgürlük duygusunu henüz yitirmemiştin. Kendinden yana ciddi bir sıkıntın yoktu. Hatta seni başkalarından ayıran özelliklerin olduğuna inanıyordun. Diyordun ki “Değişim, doğanın ve insanların yasasıdır. Nasıl olsa böyle gitmez bu…” Ama çit olduğu yerde duruyordu.Bilinçaltı bir kolaylık isteği yüzünden mi düşündün Gregor Samsa’yı? Bir böcek bir insandan daha kolay aşar kimi engelleri. Üstelik göze çarpmaksızın. İlk bakışta haklı görünüyordun. Çit yüksekti, teller dikenli, ufuk belirsiz. Ortalık neredeyse ıssızdı, tellere yanlış notalar tünemiş kargaları saymazsan. Onları da eskiden beri küçümsersin. Belirsiz bir zamanda, tertemiz çoraplarının içinde rahatça duran ayaklarının derisine bir kıl örtüsünün dokunuşunu ilk kez fark ettin. Şaşkınlıkla çıkardın ayakkabı ve çoraplarını. Tuhaf bir şeydi, ama gerçek. Ayakların küçülmüştü ve adamakıllı kıllıydı. Tırnakların uzun, ince, hafifçe kıvrık. Önce “nasıl olsa fark edilmez” diye düşünüp çoraplarını yeniden giymek istedin. Hatırlıyor musun hangi gündü bu? Herkesin değil, ama “senin” kaybedecek şeylerin olduğunu düşündüğün, olup bitenleri bir alınyazısı gibi karşılamaya hazırladığın gün mü? Yoksa biraz daha önceye mi gidelim? Belki de tam kıyıda durmanın daha akıllıca olduğunu akıl ettiğin gün. Değişen duruma göre çitin iki yanına da kolayca geçebilecek bir noktada bulunmak.Şimdi tıpkı tavuk-yumurta örneği, senin tarihini düşündüğümde, bir türlü yanıtlayamadığım iç içe iki soru var: Ellerinin de ayakların gibi kıllı ve sinirli pençelere dönüştüğünü gördükten sonra mı rahatlayıp “bakın artık evcil ve zararsızım” dedin, yoksa bu ikinci değişiklik, sen böyle dediğin için mi başladı? Her neyse, zaten ikisi de aynı kapıya çıkar. Kendi küçük ve dar dünyanın sorunlarıyla o derece yüklüydü ki kafan, bunları uzun boylu düşünecek zamanın bile yoktu. Ayrıca değişikliği yavaş yavaş benimsemeye de başlamıştın. Mevsimler göz açıp kapayıncaya kadar geçiyordu. Bir gün uzaklardan yağmur ve kar kokuları geldi burnuna. Eskisine göre nedense daha iyi koku alıyordun. Neredeyse bir ikinci karakterin olan güvensizlik, hafifçe kıpırdadı içinde. Mevsimlerin ötesine geçenler vardı ama sen onlardan değildin. Ayrıca korunması gerekli, değerli bir varlıktın. Bir ses, “gel buraya” dedi, “gir içeriye.” İşte bir soru daha: Kendi içinden mi geldi bu ses, yoksa yukardan , göklerden mi? Döndün. Arkanda, tam da senin için hazırlanmışa benzeyen bir çatı. Bir ev değildi bu. Daha çok bir kulübecik. Ama seni fırtınalardan koruyabilirdi. Yüzündeki değişikliği ne zaman fark ettin diye soracaktım, vazgeçtim. Çünkü bilirim, yüzümüz görmek için eğildiğimiz her aynanın arkasında bir sır vardır. İstersen burada sana bir öykü anlatayım. Bir köpekle bir çocuğun öyküsünü: Yağmurlardan sonra bir ikindi vakti, bir köpek geçmişin aynasına bakıyormuş. Orada, burnunu cama dayamış bir çocuk görmüş. Ve çocuğun içinde durmadan büyüyen, çiçek açan bir şeftali ağacı. “Eğer bu bir düş değilse” demiş köpek, “ seninle bir yerlerden tanışıyoruz…” Gülmüş çocuk. “Hayır” demiş, “yüzü seninkine benzeyen bir arkadaşım yok benim…”Öyle sanıyorum ki o çocuk sendin. Ama artık düş bile değil senin için. Hazirandı.İkimiz de biliyoruz, o gün fark ettin, arada çit değil, dipsiz bir uçurum bulunduğunu. Özgür bir insanla bir köpeği ayıran. Ve ben sana bu soruları hiç sormazdım, durduğun yerde Gregor Samsa’yı düşünmeseydin. (15 Ağustos '83)”

Onat Kutlar

Onat Kutlar - “Regina’yı bir yana bırakıp yıllar sonra...” 1

Similar quotes

“...Alnına konsun bu öpüş!Ve, şimdi senden ayrılırken,İtiraf edeyim ki-Günlerimi bir düşSayarken yanılmıyorsun;Ama, umut gitmişse uzaklaraBir gece ya da bir günBir görüntüde ya da bir şeyde olmaksızınFark eder mi bu yüzden?Bütün gördüğümüz ve göründüğümüzYalnızca bir düş içinde bir düş.”

Edgar Allan Poe
Read more

“Düşün! Bize, matematik dünyasının kurgusal ve sonsuz olduğu öğretildi. Bunu kabul ederim, 1'den sonra 2 gelir dendi. Bunu da kabul ederim. Ama sonra, 1 ile 2 arasındaki sonsuzluğu düşündüm. Peki o nereye gitti? İrrasyonel sayılar varken bir sayıdan sonra diğer bir tam sayı nasıl gelebilir? Eğer 1'den sonra virgül konursa ve bunun da kıçına sonsuz sayı konabiliyorsa 2 nasıl gelir? İşte! Soru bu! Yanıtsız bir soru. Ve işte matematiğin hatası! Dolayısıyla matematik yok. Onun üzerine kurulmuş dünya düzeni de yok... Ama ben anlayabilirim. Anlayabilirim bu sorunu. Ve o zaman ortaya yaklaşık sayılar çıkar. Yani hiçbir sayı tam değildir. Hepsi tama yaklaşır. Ama varamaz. Demektir ki, 1,999...9'u bize 2 diye yutturmaya çalışan bir dünyanın çocuklarıyız. Ve dünya da aslında tam gibi görünürken, aslmda bir irrasyonellik harikası. İşte bunun için hayat yoktur. Olsa dahi o da irrasyoneldir! Yani anlamsızdır. Ne bir başlama nedeni, ne de bir oluş nedeni vardır. Evrende uçuşan kocaman bir irrasyonellik. Tabiî ki dünyanın bir anlamı olması gerekmiyor. Belki de onu anlamlandıran üzerinde yaşayan akıl sahibi yaratıklardır. Ama onların da bizi getirdiği nokta ortada!”

Hakan Günday
Read more

“kimi zaman bana neden içinde her şeyin iyi olacağı ütopik bir ülkeyi, bir ütopya niteliğinde bir dünyayı tasarladığımı sordular. yaşadığımız günlük yaşamın iğrençliği göz önünde tutulduğunda, bu soruyu yanıtlamak bir çelişkiye yol açabilir, çünkü bizler, günümüzde gerçekte hiçbir şeye sahip değiliz. insan, ancak maddi şeylerin ötesinde bir şeylere sahipse zengindir. ve ben bu materyalizme, bu tüketim toplumuna, bu kapitalizme, burada cereyan eden bu korkunçluğa, sırtımızdan yaşamaya hakları olmayan bu insanların zenginleşmesine inanmıyorum. gerçekte inandığım bir şey var, ve ben buna 'bir gün gelecek' diyorum. ve özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek. evet, belki de gelmeyecek, ama ben yine de inanıyorum geleceğine. çünkü eğer inanmazsam, artık yazamam.”

Ingeborg Bachmann
Read more

“o gün akşamüstü son bir defa daha kırlarda dolaşmaya çıktığında yaşadığı tuhaf bir anı hatırladı: bir dere kıyısına gelmiş, çimenlere uzanmıştı. uzun süre orada öylece uzanmış, akarsuyun ta içinden geçerek bütün acıları ve bütün pislikleri; ben'ini sürükleyip götürdüğünü sanmıştı. tuhaf, unutulmaz bir an: ben'ini unutmuş, ben'ini kaybetmiş, kurtulmuştu; ve bu mutluluktu.bu anı içinde silik, uçucu ama çok önemli (belki de hepsinin en önemlisi olan) bir düşünceyi uyandırdı.hayatta dayanılmaz olan şey var olmak değil, kendin olmak.yaşamakta mutluluk diye birşey yok. yaşamak: acılı ben'ini dünya adına taşımak. ama olmak, olmak mutluluk. olmak, çeşmeye, evrenin içine ılık bir yağmur gibi indiği taş bir havuza dönüşmek.”

Milan Kundera
Read more

“Sonra, Motel Rom’un derinliklerinde yankılanan kaygılı bir sesle, herkes gibi benim de serap gördüğümü söyledi. Ona göre, ruhumda uğuldayıp duran boşluğu doldurabilmek, giderek dipsiz bir boğuntu kuyusuna dönüşen, şu lanet olası hayatın ağırlığına katlanabilmek, ya da içimde açılan çeşitli yaraları onarabilmek için, belki de farkına bile varmadan ben yaratmışım bu serabı… Hatta, işi gücü bırakıp günden güne onu büyütmüş, parıltılarını bakışlarımla beslemiş ,her yanını iyice allayıp pullamış, sonra hızımı alamayıp Alaaddin diye adlandırmış ve işte bütün bunların sonucunda da, uğruna deli divane olunacak, göz kamaştırıcı bir hale getirmişim. Bu, insanoğlunun baştan beri kurtulamadığı ve sonsuza dek de asla kurtulamayacağı, tuhaf bir yazgıymış zaten, önce ne yapıp edip binbir güçlükle, kıvrana kıvrana yaratır, sonra yaratma sevinci gibi gözüken hazin bir teslimiyetle yarattığının kulu kölesi olur, ardından da ille onu ellerimin arasında tutacağım, ya da içinden bir daha, bir daha doğacağım diye, kendini hırpalıya hırpalıya helak olur gidermiş…İşte ben de öyleymişim şimdi;elime umut denen o en eski ve en dayanıklı bastonu almış, çile odalarından fırlayan dervişler gibi soluk soluğa gözlerimdeki serabın parıltılarına doğru koşuyormuşum. Boşuna koşuyormuşum tabi… Anlaşılan, insanoğlunun, kendi yarattığı şeyi bile elinde tutamayacak kadar zayıf ve çaresiz bir yaratık olduğunu bilmiyormuşum daha. Hatta ben, kendi dışımda kalan birçok şeyi bilmediğim gibi, ne yazık ki insanın aradığını hiçbir zaman, hiçbir yerde bulamayacağını da bilmiyormuşum. Bulamazmış oysa… Ona benzer birtakım şeylerle karşılaşabilirmiş belki, çoğu kez bunlardan bazılarını aradığı şeyin ta kendisi sanabilir, hatta onlara bir an için sımsıkı, hiç kopmamacasına sarılabilir ve işte böylece, insanın algılama zayıflığından doğan tatlı bir yalanın içinde bir süre de olsa oyuncağına kavuşmuş bir çocuk gibi avunabilmiş ama, nedense aranan asıl şey hep insanın içinde kalırmış… Hem de, kimi zaman kılık değiştirip kendini başka bir şeymiş gibi kabul ettirerek, kimi zaman da bir el hareketinin nedensizliğine, bir bakışın bulanıklığına, bir iç çekişin derinliğine ya da bir soluk alıp verişin alışılmışlığına gizlenip kalırmış… Bu yüzden, olsa olsa bu arayışın sonunda ben, eğer tat alma kapılarımın hepsi ardına kadar açıksa, ancak arayış boyunca çekeceğim zevkli bir ıstırabın damaklarımda kalan tadını bulabilirmişim. Ama olsunmuş; gene de bir an bile yılmadan, aramayı hep sürdürmeliymişim. Herkesin nicedir aramayı unuttuğu bir şeyi, farkına bile varmadan herkes adına arıyor olabilirmişim çünkü… Bakılmasınmış benim böyle Alaaddin, Alaaddin deyip durduğuma; bu Alaaddin, pekala hiç tadılmamış bir özlemin, kelimelere hiç dökülmemiş bir duygunun, henüz şekline göz değmemiş bir eşyanın, ya da hayali bile kurulmamış bambaşka bir hayatın adı olabilir,”

Hasan Ali Toptaş
Read more