“— Söyle, diye babam gene gürledi, ne cesaretle yaptın bu işi? Düşünmedin mi, düşünmedin mi ki benim şerefim, haysiyetim mevzubahis? Ya yarın seni alıp, hapsederlerse? Ya yalnız seni değil, beni de seninle birlikte mahkemelere sevkederlerse? Bu ne cehalettir, Yarabbi bu ne iz'ansızlıktır! Hükümetin mühürü nasıl bozulur, buna nasıl cesaret edilir!O gece annemi boşadı ve sabahleyin erkenden dayımın evine yolladı. Hemen o akşam da babaannemle küçük halam çiftliğe geldiler, ikisi iki yandan, evin içini şöyle bir kolaçan ettiler. Sonra babaannem eteklerini beline soktu, hizmetçilere emirler vererek, evi baştan aşağı yıkattı. Dünyalarından memnundular. Vara yoğa kahkahalarını salıveriyorlardı.— Aman ne pislik ne pislik, Yarabbi! Düşman başına böyle kadın!Yahut:— Doğrusu Eyüp sabrı varmış evlâtçığımda.. Bu pasaklı karıyla yaşamak değme babayiğidin kârı değil... Galiba iki ay sonra, babaannemlerin bütün İsrarlarına rağmen babam, anneme nikâh tazeleyip onu bize getirdik ten sonra öğrendik ki, babamı büyükannemler doldurmuşlar.— Karın, demişler, mahalleliyle birlik olup altevi tek-, mil boşaltmış... Kasaba çalkalanıyor, bugün yarın polisler basacaklarmış, haberin olsun!Annem, babamı çoktan affetmişti:— Dövsün, demişti, erkektir... Kabahat onda değil, öteki boynu kopasıcalarda... Anlayıp dinledikten sonra dövse, ne yapayım, o zaman ben cezama razıyım.”
“Aya hele” dedi Ali. Hidayet’in oğlu baktı.“Ne var ayda?”“Allahımız…”“Tövbe, estağfurullah,” dedi Hidayet’in oğlu.“Niye?”“Allahımız ne arasın ayda?”“Niye?”“Niyesi var mı lan? Allahımız kaşmer mi?”“Kaşmer ne ki?”“Soytarı…”“Allahımız mı?”“Tövbe estağfurullah…”“Allahımızı karıştırma arkadaş, bak ana avrat dümdüz giderim!”“Karıştıran sensin!”“Dümdüz giderim dedim, giderim. Karıştırma Allahımızı. Allahımız gibisi var mı?”“Allahımız gibi kimse olamaz!”Küçük ağayı hatırlayan Ali, “Tabancası var mı Allahımızın?” diye sordu.“Olmadığına ne bakıyorsun?”“İstese olur değil mi?”“Bak hele bak…”“Allahımıza kurban oluyum… Sen?”“Ben de, abooo…”“Allahımız istese Fatma’yı birde bulabilir değil mi?”“Birde.”“Bulsa, ah bir bulsa…”“Ne verirdin Allahımıza?”“Allahımız ne yapsın bendeki öteberiyi? Onun hazineleri var Kafdağı’nın ardında. Allahımız bu…”
“Babam ne ve neciydi? Bilmiyorum. Gümüş topuzlu bastonu, sarı çantası, hasırlı kırmızı fesi, bilhassa bana bakarken mutlaka çatılan kaşlarıyla o, benim için, iri gövdeli bir korkudan ibaretti. Onun çatık, simsiyah kaşları... Babam bir dev kadar kocaman ve kuvvetliydi!”
“Birdenbire bir isyan içinde bulduk kendimizi, yahut da bana öyle geldi. Keçe külâhlı, poturlu insanlar, yerlere kaba kaba basarak koşuşuyorlar, ‘İstemezük, biz bu hükümeti istemezük!’ diye bağrışıyorlardı. Soran olursa, kömürcünün oğlu olduğumu söylememi sıkı sıkı tembih etmişlerdi. Babaannem, babama ait ne kadar kitap, kağıt, fotoğraf, kılıç, tüfek varsa, daha doğrusu Ankara'daki babama ait ne varsa hepsini yatakların pamukları içine, tavan arasına saklamıştı. Alaettin tepesinden atılan kurşunların bizim evin üst kat pencere camlarını kırıp Ermeni mektebine, Ermeni mektebinden atılan kurşunların da gene aynı şekilde, bizim evin üst kat pencerelerinden geçip, Alaettin tepesine gittiğini söylüyorlardı. Mektebin pencerelerinde kaba bıyıklı başlar görüyorduk ve bütün gün, bütün gece alt katın merdiven basamaklarında barınıyorduk. Bir gün işittik ki, asiler, valiyi ahıra bağlamışlar. ‘Şeriat isterük, biz bu gavur hükümeti istemezük, dinsizleri istemezük, şeriat isterük!’ diye sürüklenen çığlıkları ve dinmek bilmeyen silâh sesleri duyduk. Kapılar kırılıyor, insanlar boğazlanıyordu. Günler ve günler geçti... ‘İstemezük, istemezük, istemezük!’ sesleri sokaklarda çınladı durdu ve bir gün çığlık, silâh sesi, istemezüklerle yüklü, hava içinde ‘Kuvây-ı Milliye geliyormuş’ haberi şimşek gibi çaktı. İstemezükler dindi, kaba postallı ayaklar sokaklarda kaçıştılar, silah sesleri kesildi. Güneşli bir sabah, ellerimizde mendiller evin önündeki ahalinin arasına kardeşimle ben de karıştık. Ağızları köpüklü, kuvvetli atların nal sesleri her şeyi örttü. Çılgın bir alkış... İhtiyar kadınlar, çocuklar, genç kadınlar, kızlar sevinçten ağlıyorlar, kalabalık neşe çığlıklarıyla çalkalanıyordu. Atlılar geçiyordu, atlılar... Parlak güneşin altında, kabalakları, kalpakları, koça koça bıyıkları ile atlılar geçiyordu. Sonra îstemezük'ler... Elleri arkalarında bağlı, poturlu, keçe külâhlı, şeriat fedaileri... Derken yük arabaları... Yük arabalarında, enselerinden kesilmiş, kanlı cesetler... O gün o kadar bağırdım ki, sesim kısıldı, hastalandım. Ermeni mektebinin önünde çocuklar, fişek kovanlarıyla bir çeşit mortiz oynamağa başladılar. Sokaklar boş fişek kovanlarıyla doluydu...”
“Her gün bu kadar güzel mi bu deniz?Böyle mi görünür gökyüzü her zaman?Her zaman güzel mi bu kadar,Bu eşya, bu pencere?Değil, Vallahi değil;Bir iş var bu işin içinde.”
“Kimileri derler ki intihar bir irade işidir. Ben buna inanmıyorum. İntihar bir iradesizliktir. Dünyadaki güçlükleri yenebilen, o iradeyi gösterebilen kimse kolay kolay ölüme razı olmaz. Ölüme razı olan, hiçbir şeyle cedelleşmeyen, bu savaşta bütün ümitlerini kaybeden kişidir. O ümitleri kaybetmek için de, insanın, kendisini dünyaya bağlayacak hiçbir şeyi olmamalı. Ne para, ne pul, ne aşk, ne muhabbet, ne şeref, ne namus.”
“Bu kasabada sadece bir tane trafik lambası olduğunun farkındasın, değil mi?" Şimdi sanki nasıl bu kadar ahmak olduğumu sorguluyormuşçasına her iki kaşını da kaldırdı ve ben o zaman gözlerinde ki pırıltının anlamını çözdüm. aşağılarcasına gülüyordu bana.Bir an için tek yapabildiğim ona bakmak oldu. Muhtemelen, gerçek hayatta gördüğüm en seksi erkekti ve tam bir öküzdü”