“Evet, gerçeğe varmak zor, talip olmak bile zor ki ne zor, bilmek zor, olmak zor ki ne zor. Mesellerdeki, irşat kitaplarındaki gibi yolda olana, vasıl olana bir sükunet, bir gizli memnuniyet de gelmiyor, sancı son sürat son nefese kadar devamda, rahat bırakmıyor. Kendinin ve diğerlerinin farkına varmayı gözde ve akılda sürekli kılmadığı için kişinin kendi hakkındaki yatışmışlık anları ani birer vehim gibi bin tereddüt bırakarak geçiyor. Evham, tedirginlik, muamma sürekli. Yani kitaplardaki o ağır, sözünü terazili söyleyen, emin, sükun bulmuş varlık kitaptan kesilip şekillendiği anda yaprak gibi titremeye başlıyor. Böyle rahat olmak için kendini de ona bu rahatlığı vereni de enikonu bilmesi lazım. Bununsa ölene kadar garantisi verilmiyor. İmanı olan, parası olan rahatlığında ve genişliğinde arkasına yaslanıp başkalarının telaşına kaşını kaldırarak bakamıyor. Son ana kadar hep göz üstünüzde, kendi gözünüz size düşman, kendi kalbiniz çır çır çırpınıyor, ayaklarınız en olmadık yere meyilli, adımı hazırda, burnun almadığı koku yok. Şairler anlamaktan yorgun, ama anladıklarından kimseye fayda yok.”
“Ne var ne yok?""Zor bir soru. Pek emin değilim ama tahminimce her şey var ve yokların içinde saklı.”
“dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar nefret ediyorum biliyor musunuz? sırf böyle en tabii haklarıymış gibi insandan birçok şey istedikleri için... beni yanlış anlamayın, bu talepleri muhakkak söz haline getirmesi şart değil... erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hülasa kadınlara öyle muamele edişleri var ki... kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini fark etmemek için kör olmak lazım.”
“Hakikatin yerine hakiki olmayanı koymak ne kadar da zordu. Zor, ama bir o kadar da zevkliydi. Bir kez hakikat hudutlarını aştığında, akıl zehir gibi işlemeye başlıyor, kelimeler tuhaf bir kudret ediniyordu. Zira kelime, artık kelimeden fazla bir şey olduğunu biiyordu.”
“Dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar çok nefret ediyorum, biliyor musunuz? Sırf böyle en tabii haklarıymış gibi insandan birçok şeyler istedikleri için. Beni yanlış anlamayın, bu taleplerin muhakkak söz haline gelmesi şart değil. Erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hulasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki… Kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini fark etmemek için kör olmak lazım. Herhangi bir şekilde talepleri reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için kafidir. Kendilerini daima bir avcı, bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçmiyorlar. Bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek. Biz isteyemeyiz, kendiliğimizden bir şey vermeyiz. Ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum. Anlıyor musunuz?”
“o gün akşamüstü son bir defa daha kırlarda dolaşmaya çıktığında yaşadığı tuhaf bir anı hatırladı: bir dere kıyısına gelmiş, çimenlere uzanmıştı. uzun süre orada öylece uzanmış, akarsuyun ta içinden geçerek bütün acıları ve bütün pislikleri; ben'ini sürükleyip götürdüğünü sanmıştı. tuhaf, unutulmaz bir an: ben'ini unutmuş, ben'ini kaybetmiş, kurtulmuştu; ve bu mutluluktu.bu anı içinde silik, uçucu ama çok önemli (belki de hepsinin en önemlisi olan) bir düşünceyi uyandırdı.hayatta dayanılmaz olan şey var olmak değil, kendin olmak.yaşamakta mutluluk diye birşey yok. yaşamak: acılı ben'ini dünya adına taşımak. ama olmak, olmak mutluluk. olmak, çeşmeye, evrenin içine ılık bir yağmur gibi indiği taş bir havuza dönüşmek.”