“o sırada benim için öylesine bambaşka, yeni bir insandı ki, üstelik de yıllar yılı hiçbirine duyduğum kadar hayranlık duyduğum öyle bir ailenin adını taşıyordu ki, o an işte benim kurtarıcım, dedim içimden. şehir parkının sırası üzerinde otururken birden tekrar bütün bunların apaçık bilincine vardım ve şu dokunaklı halimden, eskiden hiçbir zaman içime girmelerine izin vermediğim ama şimdi zorla, sıkış tıkış içime soktuğum büyük laflardan da utanmadım, şu anda bana müthiş iyi geliyorlardı, onların üzerimdeki etkisini hafifletmeye kalkışmadım. serinleten bir yağmur gibi bütün sözcüklerin üzerimden kayıp gitmelerine izin verdim. ayrıca bugün düşünüyorum da, hayatımızda gerçekten önemi olmuş kişilerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez, kaldı ki çoğu kez bu bir tek el bile bu insanları onun üzerinde sayabileceğimize inanma sapkınlığımıza karşı koyar, çünkü açık konuşmak gerekirse büyük olasılıkla tek parmak bile yetecektir bu iş için. ama çok iyi bildiğimiz gibi, bu tür hastalıklı saçmalar olmadan da dayanma noktası zaten epeyce zorlanmış beyinlerimizin, yaş ilerledikçe daha da güçleşen olmadık cambazlıklarıyla, kendimize katlanılabilir bir durum yaratıyoruz ve zaman zaman her şeyden tamamıyla vazgeçmemek için üç ya da dört kişide karar kılıyoruz. bu üç dört kişi bize uzun vadede bir şeyler, bir şeyler değil çok şeyler vermişlerdir, hatta dünyamızın kritik noktalarında bizim için hayatın anlamı, hatta hayatın ta kendisi olmuşlardır, ama unutmayalım ki bu bir avuç içi ölüler olur çoğunlukla, yani uzak ya da yakın tarihte ölmüş kişiler, çünkü acı tecrübe bize öğretmiştir ki, değerlendirmemize bugün hala yaşayanları, varlığımızı yanlarında sürdürdüğümüz kişileri sokarsak, tümden, en acı ve gülünç biçimde yanılırız.”

Thomas Bernhard

Explore This Quote Further

Quote by Thomas Bernhard: “o sırada benim için öylesine bambaşka, yeni bir … - Image 1

Similar quotes

“Onu ertesi gün yine bir gezintiye davet etmenin doğru olup olmayacağı konusunda emin değildim. Bütün gün evdeydim, daha doğrusu alt kattaki odalarda kaldım, beni bütün öğleden önce ve öğleden sonranın büyük bölümünde meşgul eden İranlı kadını düşünmekten birden bir kitabın yardımıyla kurtulma gereğini duydum ve uzun zaman sonra, kesinlikle haftalar sonra bir şey okumayı beceremedikten sonra, şimdi yine yukarıdaki kitap odasına çıkabildim. Yukarıdaki odaların en küçüğünü kendime kitap odası diye adlandırılan bir oda olarak düzenlemiştim ve içinde okuma dışında hiçbir şeyin yapılamayacağı biçimde tasarlamıştım, kitap ve yazılarla uğraşılır biçimde, bu amaçla bu odaya tek bir sandalye koymuştum, o da tek pencerenin önünde duruyordu, sert, her açıdan rahat olmayan ve tamamen basit bir sandalyeydi, okuma amaçlı olanlar içinde insanın düşünebileceği en uç örnekti ve böylece pencerenin önündeki ahşap sandalyede oturarak, eğer karar vermişsem hiç rahatsız edilmeden hangisi olursa olsun istediğim kitaba dalabiliyordum, o öğleden sonra, çok iyi anımsadığım üzere, anne tarafımdan büyükbabamdan kalan mirasla elime geçen Schopenhauer’in İstem ve Tasarım Olarak Dünya’sını okudum, okumaktan, beni her açıdan aklayacak bir zevkten başka bir şey beklemediğim zamanlarda hep bu kitabı okurdum. İstem ve Tasarım Olarak Dünya daha gençlik yıllarımdan bu yana benim için felsefe kitaplarının en önemlisi olmuştu ve kendimi onun etkisine bırakmış, yani kafamın bütünüyle tazelenmesine hep güvenmiştim. Başka hiçbir kitapta hiçbir zaman daha duru bir dil ve aynı biçimde duru bir akıl bulamadım, hiçbir edebiyat yapıtı bende daha derin bir etki yaratmadı. Bu kitapla birarada olduğum zaman hep mutluydum. Ama çok ender bu kitap için mutlaka gereken doğal ve zihinsel hazırlığa sahiptim ve bu yüzden çok ender olarak bu olağanüstü ve doğrusu dünya hakkında karar veren kitapla birarada olmaya olanağım vardı, çünkü İstem ve Tasarım Olarak Dünya tpkı az sayıdaki diğer en yüce kitaplar gibi, yalnız en uç yetenekte ve bu yüzden algılama yeteneğinde ve algılama onurunda insana açılır ve deşifre olurlar. Bu olanağa o günden sonra en büyük ölçüde sahiptim. Beni yalnız uzun olmakla kalmayıp mutlaka son yılların en uzun süren yalıtılmışlığından ve düş kırıklığından da çekip çıkaran İranlı kadınla karşılaşma, kelimenin tam anlamıyla, onunla karaçam ormanına yaptığım gezintinin, ki sadece yüzeysel bakıldığında başarısız olmuş, gerçekte ise tam tersi bir etki yapmış olmasının, benim bu kadar uzun süre sonra yine kitap odamda ve üstelik de hemen İstem ve Tasarım Olarak Dünya ile sakinleşmemin ve beni hoş bir ruh durumuna sokmasının en son nedeni değildi. Hele bir saat ya da uzun bir süreyi İstem ve Tasarım Olarak Dünya ile geçirdikten sonra birdenbire doğabilimsel çalışmalarıma istek duyacağım aklıma gelmezdi ve ben kalkıp kitap odasından dışarı çıkıp, içine doğabilimsel çalışmalarımı, yani bütün doğabilimsel yazılarımı ve bu doğabilimle ilgili diğer yazı ve kitapları kilitlediğim odaya gittim. Aylardır bu yazıları ve yazıların yazılarını ve kitapları ve kitapların kitaplarını görememiştim, çünkü en derin düş kırıklığı içindeydim. Bu durum artık son bulmuştu.”


“...Alnına konsun bu öpüş!Ve, şimdi senden ayrılırken,İtiraf edeyim ki-Günlerimi bir düşSayarken yanılmıyorsun;Ama, umut gitmişse uzaklaraBir gece ya da bir günBir görüntüde ya da bir şeyde olmaksızınFark eder mi bu yüzden?Bütün gördüğümüz ve göründüğümüzYalnızca bir düş içinde bir düş.”


“En büyük bilgelik şu andan zevk almayı hayatın en büyük amacı kılmaktır, çünkü tek gerçek budur, başka her şey düşünce oyunudur. Ama bunun en büyük budalalığımız olduğunu da söyleyebiliriz, çünkü yalnızca kısa bir süre için var olan ve bir rüya gibi kaybolan içinde bulunduğumuz bu an asla ciddi bir çabaya değmez.”


“Eğer felaketler yaşam yükümüzü ağırlaştırırsa, onu bir başka mutsuzla paylaşmaya koşarız. O da, gözyaşlarına tutsak olmuş tek kişi olmadığını anlayarak avunur. Ama yaşamımızı bir anlık bir mutluluk bile aydınlatsa, bu şansımızın paylaşınca azalacağından korkarak, hemen içimize kapanırız ya da gururumuz bu zaferin tadını çıkarmamızı öğütler. Ayrıca, üzücü ya da mutluluk verici olsun, tutkusunu tüm ayrıntılarıyla betimleyebilen kişi, bu tutkuyu çok daha az duyumsar.”


“Sonra, Motel Rom’un derinliklerinde yankılanan kaygılı bir sesle, herkes gibi benim de serap gördüğümü söyledi. Ona göre, ruhumda uğuldayıp duran boşluğu doldurabilmek, giderek dipsiz bir boğuntu kuyusuna dönüşen, şu lanet olası hayatın ağırlığına katlanabilmek, ya da içimde açılan çeşitli yaraları onarabilmek için, belki de farkına bile varmadan ben yaratmışım bu serabı… Hatta, işi gücü bırakıp günden güne onu büyütmüş, parıltılarını bakışlarımla beslemiş ,her yanını iyice allayıp pullamış, sonra hızımı alamayıp Alaaddin diye adlandırmış ve işte bütün bunların sonucunda da, uğruna deli divane olunacak, göz kamaştırıcı bir hale getirmişim. Bu, insanoğlunun baştan beri kurtulamadığı ve sonsuza dek de asla kurtulamayacağı, tuhaf bir yazgıymış zaten, önce ne yapıp edip binbir güçlükle, kıvrana kıvrana yaratır, sonra yaratma sevinci gibi gözüken hazin bir teslimiyetle yarattığının kulu kölesi olur, ardından da ille onu ellerimin arasında tutacağım, ya da içinden bir daha, bir daha doğacağım diye, kendini hırpalıya hırpalıya helak olur gidermiş…İşte ben de öyleymişim şimdi;elime umut denen o en eski ve en dayanıklı bastonu almış, çile odalarından fırlayan dervişler gibi soluk soluğa gözlerimdeki serabın parıltılarına doğru koşuyormuşum. Boşuna koşuyormuşum tabi… Anlaşılan, insanoğlunun, kendi yarattığı şeyi bile elinde tutamayacak kadar zayıf ve çaresiz bir yaratık olduğunu bilmiyormuşum daha. Hatta ben, kendi dışımda kalan birçok şeyi bilmediğim gibi, ne yazık ki insanın aradığını hiçbir zaman, hiçbir yerde bulamayacağını da bilmiyormuşum. Bulamazmış oysa… Ona benzer birtakım şeylerle karşılaşabilirmiş belki, çoğu kez bunlardan bazılarını aradığı şeyin ta kendisi sanabilir, hatta onlara bir an için sımsıkı, hiç kopmamacasına sarılabilir ve işte böylece, insanın algılama zayıflığından doğan tatlı bir yalanın içinde bir süre de olsa oyuncağına kavuşmuş bir çocuk gibi avunabilmiş ama, nedense aranan asıl şey hep insanın içinde kalırmış… Hem de, kimi zaman kılık değiştirip kendini başka bir şeymiş gibi kabul ettirerek, kimi zaman da bir el hareketinin nedensizliğine, bir bakışın bulanıklığına, bir iç çekişin derinliğine ya da bir soluk alıp verişin alışılmışlığına gizlenip kalırmış… Bu yüzden, olsa olsa bu arayışın sonunda ben, eğer tat alma kapılarımın hepsi ardına kadar açıksa, ancak arayış boyunca çekeceğim zevkli bir ıstırabın damaklarımda kalan tadını bulabilirmişim. Ama olsunmuş; gene de bir an bile yılmadan, aramayı hep sürdürmeliymişim. Herkesin nicedir aramayı unuttuğu bir şeyi, farkına bile varmadan herkes adına arıyor olabilirmişim çünkü… Bakılmasınmış benim böyle Alaaddin, Alaaddin deyip durduğuma; bu Alaaddin, pekala hiç tadılmamış bir özlemin, kelimelere hiç dökülmemiş bir duygunun, henüz şekline göz değmemiş bir eşyanın, ya da hayali bile kurulmamış bambaşka bir hayatın adı olabilir,”


“Düşün! Bize, matematik dünyasının kurgusal ve sonsuz olduğu öğretildi. Bunu kabul ederim, 1'den sonra 2 gelir dendi. Bunu da kabul ederim. Ama sonra, 1 ile 2 arasındaki sonsuzluğu düşündüm. Peki o nereye gitti? İrrasyonel sayılar varken bir sayıdan sonra diğer bir tam sayı nasıl gelebilir? Eğer 1'den sonra virgül konursa ve bunun da kıçına sonsuz sayı konabiliyorsa 2 nasıl gelir? İşte! Soru bu! Yanıtsız bir soru. Ve işte matematiğin hatası! Dolayısıyla matematik yok. Onun üzerine kurulmuş dünya düzeni de yok... Ama ben anlayabilirim. Anlayabilirim bu sorunu. Ve o zaman ortaya yaklaşık sayılar çıkar. Yani hiçbir sayı tam değildir. Hepsi tama yaklaşır. Ama varamaz. Demektir ki, 1,999...9'u bize 2 diye yutturmaya çalışan bir dünyanın çocuklarıyız. Ve dünya da aslında tam gibi görünürken, aslmda bir irrasyonellik harikası. İşte bunun için hayat yoktur. Olsa dahi o da irrasyoneldir! Yani anlamsızdır. Ne bir başlama nedeni, ne de bir oluş nedeni vardır. Evrende uçuşan kocaman bir irrasyonellik. Tabiî ki dünyanın bir anlamı olması gerekmiyor. Belki de onu anlamlandıran üzerinde yaşayan akıl sahibi yaratıklardır. Ama onların da bizi getirdiği nokta ortada!”